Yaban hayvanları nasıl evcilleştirildi?
Yaban hayvanları nasıl evcilleştirildi? Yazımıza başlamadan önce “Neden bazı hayvan türleri evcilleştirebiliyor da bazıları evcilleştirilemiyor?”sorusuna cevap vererek başlamak isliyoruz: Evcilleştirmede ilk adım, uysallaştırmadır. Her memeli hayvan,
çok küçük bir yaşta anasından alınır ve çok erkenden bir insan-koruyucu tarafından büyütülürse, korkusuzca uysallaştırılabilir. Ancak büyüdukten sonra da uysallaşıp uysallaşamayacağı, eninde sonunda sonsözü söyleyen bazı kalıtımsal sosyal davranış biçimlerine bağlıdır.
Uysallaştırılmış bir hayvana, hangi noktada artık “evcil” denilebilir? Bana göre, kendisinin üremesini, yerleşimini ve yiyeceğini kontrol eden bir insan toplumu içerisinde geçim ya da kazanç amacıyla tut sak olarak yetiştirilen bir hayvana “evcil” demek doğru olur. Evcilleştirme sonucunda, davranış ve görünüşü aynı türün yabani örneklerinden ayrılan bir nesil oluşur.
Hayvanların evcilleştirilmesini incelemek için, on binyıl öncesine kadar geri gitmek gerekir. Bu sıralarda, insanlar ve evcilleştirdikleri köpekler, Avrupada başlıcala kızıl geyikler, ren geyikleri , yaban sığırları ve sayıları gitgide azalan yaban atları olan büyük otçul hayvanları avlıyorlardı. Batı Asya da ise, yaban keçisi ve yaban koyunu, geyikler, yaban sığıırları ve yaban domuzları ile yaban eşeklerı, etleri için avlanan en önemli av hayvanlarıydılar. İlk evcilleştirilen hayvanlar, gunümuzden 9000 yıl kadar önce, keçiler ve koyunlar olmuştur. Bunu sığırlar ve domuzlar izlemiştir . En son olarak at, özellikle Ukraynada 5000 yıl önce evcilleştirilebilmiştir.
Evcilleştirilecek olan bir hayvanın atasının ideal olarak bir bölgeye bağlı bulunmaması, geniş sürüler halinde yaşayabilmesi, değişik türde bitkileri yiyebilmesi ve kolay avlanılabilir olması gerekir. Yaban keçileri ve yaban koyunları dağ hayvanları oldukları için evcilleştirmeye özellikle uygundur, Bunlar sürü halinde yaşar, erkek-dişi birlikte gezer ve bir bölgeye bağlı kalmazlar. En buyük dertleri avcılardan kaçmaktan çok, yeterli yiyecek bulabilmektir. Kaçmakta biraz ağır davranırlar ve o kadar hızlı bir koşucu değildirler. Halbuki düzlüklerden hoşlanan ceylanlarda durum tamamen değişiktir: Çiftleşme mevsiminin dışında erkeklerle dişiler ayrı sürüler oluşturur; erkekler bir bölgeye bağlıdır ve kolaylıkla ürküp kaçarlar.
Bütün bu davranışlara bakarak, keçilerin neden evcilleştirilip de ceylanlarla kızıl geyıklerin evcilleştirilmediğini anlamak kolaydır. Buna karşılık, Amerika yerlilernin iri boynuzlu dağ koyununu, eski Mısırlıların
yaban koyununu ve Avustralya yerlilerinin çeşitli kanguru türlerini neden evcilleştirememiş oldukları, henuz açıklanamamıştır . Ancak öyle görünuyor ki, insanın çevresi ve kültürü de hayvanların evcilleştirllmesinde önemli bir rol oynamaktadır.
Evcilleştirilmiş bir hayvan, birçok bakımdan insan kültürünün bir ürünüdur. Hayvan kendi tabii çevresinde bir avcıyı görür görmez kaçmayı öğrenmişken, şimdi pek bir tehditle karşılaşmadığı korunmuş bir
yere getirilmektedir . Yegane tehlike, O da sahibi isterse. kasaplık et haline gelmektir! Evcilleştirilmiş hayvanlar, tıpkı insanlar gibi değişik kültür çevrelerinde yetişirler ve davranışları da bunlara paraleldir. Mesela ilkel bir avcı-yağmacı topluluğundan bir bebeği ve bir köpek yavrusunu birlikte bir Avrupa şehrine getirirsek, büyüdükleri zaman her ikisi de bir Avrupalı insan ya da köpekten farksız bır kültür edineceklerdir. Her ikisi de atalarının avcı-yağmacı yeteneklerinden habersiz olarak yetişecekler, çocuk günlerini masa başında geçirecek, köpek boynunda yularla gezdirilmeye alışacak ve köpeğin yavruları yatak üzerinde uyumayı, ihtiyaçlarını evde değil, dışarıda gidermeyi öğreneceklerdir. Kendilerini avlayan bir yırtıcı olmayınca, evcil hayvanlar insan efendilerinin kültürünü benimsemektedir. Bu kültüre öyle uyum sağlamaktadırlardır ki, yabani ataları ile bütün bağları kopmaktadır. Nasıl
bir insan değişik çevrelere uyum gösteriyorsa, bir inek de kendisini bir çayırda olduğu kadar, bir inek çiftliğinde de rahat hissetmektedir.
Mainz Üniversitesinden Helmut Hemmer, evcilleştirmeyi hayvanın dünyayı algılayış biçiminde bir değışiklik olarak yorumlamaktadır. Varsayımının temeli, nesilden nesile ıslah suretiyle evcilleştirmede
algılama ve strese karşı tepkide bir zayıflama meydana geldiğidir.
Bu varsayım, gerçeklere uygun görünüyor. Nitekım bir Pekin köpeğinin yapısı ve etrafındakileri algılama biçimi, herhalde bir kurdunkinden çok farklıdır. Varsayımnın aksak tarafı, kültürel çevreyi ve ıslah suretiyle arttırabilen yetenekleri dikkate almamış olmasıdır.
İnsanlarla hayvanların birbirlerine karşı davranışları ve ilişkileri, sayısız sosyal ve biyolojik etenlere dayanır. Bunlar son 10000 yıldan beri pek fazla değişmemişlerdir.
Önemli etkenlerden biri, toplumsal güçtür. Insan aileleri de, tıpkı kurt aileleri gibi, çoğu kere hiyerarşik olmuştur. Evcil hayvanlarsa bu hiyerarşi piramidinin hep en altında yer almışlardır.
Kölelerle hayvanlar, çoğu kere sadece bir “mal” sayılmıştır. Nitekim Romalı Cato: ” Yeni bir çiftlik alırken envanter yapın ve yıpranmış öküzleri, kusurlu sığırları, postları, eski arabaları, eski aletleri, yaşlı köleleri, hasta köleleri ve bunun gibi lüzumsuz olan
şeyleri satıp başınızdan savın” diye yazıyor. Günümüzde ise medem ülkelerde köle bulundurmak ve bunlara hayvan gibi muamele etmek, insanlık dışı Olarak sayılmaktadır. Belki yüz yıl kadar sonra,
hayvanlara köle muamelesi yapmak da aynı şekilde insanlık dışı sayılacaktır. Hayvanların bazıları da, insanlar tarafından hadımlaştırılmaktadır. Özellikle kedi ve köpek gibi ev
hayvanlarına uygulanan bu işlem, artık üreme yeteneğini kaybetmiş böyle hayvanları büsbütün insana bağlamak ve bir arkadaşın, dostun hatta bir çocuğun yerine geçmelerini sağlamak için yapılmaktadır.
Eski çağlarda köpekler ya da kediler nadiren hadımlaştırılıyordu, ancak daha meolitik çağdan itibaren erkek çiftlik hayvanlarının hadımlaştırıldığını biliyoruz. Nitekim M.Ö. 2000 yıllarına gelındiği vakit,
bu işlem bütün Avrasyaya yayılmış bulunuyordu. Hadımlaştırma, erkek hayvanların daha kolaylıkla uysallaştırılmasını sağlamıştı. Boğalar, koçlar, erkek domuzlar ve aygırlar, testisleri çıkarıldığı zaman daha
durgunlaşmaktaydılar. Hadımlaştırmanın başka yararları da vardır: Eğer hayvanın gelişimi tamamlanmadan yapılmışsa, hayvan irileşmekte ve yağ bağlanamaktadır. Bu da, fosil yakıtların bulunmasından önceki
günlerde çok değerli sayılan donyağını sağlıyordu. Hadımlaştırma ile uysallaştırılan sığırlar ve atlar gibi güçlU hayvanlar ise, yük taşımak ve saban sütmek içln kullanılabiliyorlardı.
Hadımlaştırma doğal olarak başka işlere de yaramaktadır: Güney Avrupa ve Batı Asyada köpekler sürüyü toplamaktan çok, sürüyü korumak için kullanılırlar. Sürüyü toplama işini ise, eski zamanlardan
beri kösemen ya da sürübaşı yapmaktadır, Sürubaşı çoğunlukla hadımlaşlırılmış bir erkek koyun ya da keçidir. Çobanın elinde büyütülmüştUr ve onun sözlü komutlarına aynen uyar.
Kyoto Üniversitesi üyelerinden Yutaka Kani, eski insan toplumlarındaki hadımın rolünü, hadımtaştırılmış sürübaşınınkine benzetmektedir. Ona göre, hadım kişi,. kral (hüküm süren) ve haremi (hüküm altındakiler) arasında bir çeşit aracılık yapıyordu. Bu benzetmeyi ilk defa 1986da duyduğum vakit, bunun çok aşırı olduğuna hükmetmiştim . Ancak eski devirlerde hayvanlarla kölelere yapılan muamelenin birbirinden pek farklı Olmadığını düşününce, bu görüş bana pek aşırı gelmemeye başladı. zaten Hiroşima Üniversitesinden Kazuya Maekawa da bu görüşü
desteklemektedir. MaelUrwa, Uçüncü Ur çağında (M.O.2100) metinlerinde çok kullanılan “amar-kud” teriminin yalnız hadımlaştırılmış genç at ve boğalar için değil, hadımlaştırılmış gençler için de kullanıldığını göstermiştır. Bu gençler, dokumacılıkta çalıştırılan
kadın kölelerin oğullarıydılar. Kadın kölelerin kızlan gene dokumacıltkta çalıştırılırken, bunların oğulları ise hadımlaştırılarak seyis yamaklığı ya da rençberlik gibi, o devrin hor görülen işlerinde kullanılıyordu.
Eski çağ insanları hayvanlara ne kadar zalimce davranırlarsa davransınlar, gene de onları tek başına varlıklar olarak görmekteydiler. Bugün de yeni doğmuş bir kuzuyu biberonla besleyen bir çiftçi, bu
davranışı yansıtmaktadır. Ne var ki, bir kere malik olunan hayvanların sayısı artınca. bunlar artık ayrı kişiliklere sahip tek başına varlıklar olmaktan çıkıp bir sürü haline gelmektedirler. Çağdaş dunyanın hayvancılık endüstrisinin kaçınılmaz sonucu, bu olmuştur.
Her gün artan insan nüfusunu beslemek için gerekli evcil hayvan sürülerine “canlı sebze” gözüyle bakılmakta, hepsi birbirinin tıpatıp aynısı biçimde yetiştirilmekte, sıra sıra kafaslerde beslenmekte ve gerektiğinde ürün gibi kesilip biçilmektedirler. Bu davranış, hayvanlara bir zulüm olduğu kadar, insanlık açısından da büyük bir kayıptır. Kendimizi öteki varlıklardan uzakta küçük küçük evler içinde hapsettikçe
korkariz ki, dünyadaki hayat ve diğer canlılar hakkındaki anlayışımız da o ölçüde daralacaktır.
Juliet Clutton-Brock